Yazın en güzel yanı ne biliyor musunuz? Bütün senenin yorgunluğunu attığınız uzun bir tatil. Uzun dediğim tatil de 1 ay falan değil yani sadece 10 gün:) Aslında insan tüm sene 10 gün tatil yapmak için mi çalışıyor diye düşünüp içimizi daraltmadan gelelim muhteşem tatilimizin ayrıntılarını yaşamaya:))
Istanbul’da geçen çook yoğun bir iş temposundan sonra kendimi maillerden kurtarıp atıyorum havaalanına. Istikamet Roma. Kocaman bavulum, Italya kitabım ve son dakika elime ulaşan pasaportumla başarıyorum uçağa binmeye. Sevgili eşim Qautar’dan katılacak gezimize (kendisinin son dakika iş gezisi de guzel bir adrenalin yaşatmıştı ikimize de)
Uçağa kendimi attığımda bütün zihnim bir anda boşalıyor ve başlıyorumher anın tadını çıkarmaya:) Bazen çok şanslı olduğumu düşünüyorum, neden derseniz yanıma inanılmaz şeker bir Italyan bayan otoruyor! Ee sohbet etmeden olmaz.. Seyahatin sonlarına doğru ufak bir soru ile laf atıyorum ve o kadar ilgileniyorki benimle, beni gezdir desem neredeyse beraber gezecegiz Roma’yı. Kendisi Istanbul Nisantaşı’ndaki “Sofa” ve Alaçatıdaki “La Capria” butik otellerinin sahibi. Internal designer ve Istanbul’da eşiyle beraber yaşıyor ve sık sık Italya’ya seyahat ediyor. Hemen alıyorum tüyoları, nerde yenir neresi mutlaka gezilir diye, o kadar kibarki beni otelime kadar bırakıyor.. Alexandra’nın tüm iletişim bilgilerini aldıktan ve Alaçatı’daki otellerinde tekrar görüşmeye söz verdikten sonra vedalaşıyoruz..
Otelimiz Marconi ‘de, Hotel Pulitzer Roma. Şehrin dışında kalıyor aslında ama metro 2 dk lık yürüme mesafesinde olduğu için şehri gezmekte hic zorlanmayacagımıza eminim (her ne kadar Atilla bana kızsa da şehirden uzak bir otel seçtim diye:) Odaya yerleşir yerleşmez ufak bir akşam turu planı yapıyorum kendime ama minik bir şanssızlık beni bekliyor. Giyinip çıkıyorum otelden ve merkeze gitmek için Termini durağına iniyorum metro ile ama şansıma bugün grev varmış ve tüm metrolar bir anda duruyor vee sabaha kadar metro, otobus,tren yok:)) Bayagı guzel karşılıyor Italya beni ; ben şanslıyım mı demiştim?:) Ama yılmadan birşeyler atıştırıp taxiyle otele kaçıyorum.
Ertesi gün tatlı eşim gelecek, haftanın yorgunluğunu güzel bir uyku ile atıp sabah onu gülen gözlerle karşılama zamanı:))
Roma
Sabahtan uzun bir aktarmali Doha yolculugu ardindan Atilla geliyor ve kendisine İtalya haritasını anlatıyor ve birlikte günün planını yapıyoruz. Atilla yorgun oldugu için şehrin tarihi kısmını ertesi güne bırakıp Kuzeydoğu Italya ve Piazza Navona bölgesine odaklanıyoruz. Bu arada Italya ufak bir şehir sayılabilir; 5 ana bölgeden oluşuyor: Antik Merkez, Kuzeydoğu Roma, Piazza Navona, Vatikan ve Aventine&Laterno.
Kuzeydoğu Roma’dan başlıyoruz. Bu bölgenin en kuzeyi olan Piazza Popolo meydanına metroyla gidip başlıyoruz güneye yürümeye. Görülmesi gereken en onemli yerlerin başında Piazza di Spagna ve Ispanyol Merdivenleri geliyor, burası meydan ile Fransız kilisesi Trinita de Monti’yi birleştirmek için yapılmış. Upuzun merdivenlerde insanlar sıcaktan bayılmış bir şekilde oturup meydanı izliyor. Biz de kurulup buranın hikayesini okuyoruz. Bir parantez açıp şunu da soylemeliyim ki Haziran ortası Roma için çok iyi bir zaman değil sanırım, ana turistik yerler çok çok kalabalık ne yazıkki.
Ispanyol merdivenlerinin hemen altında ünlü markaların bulunduğu dar sokaklar başlıyor. En ünlü sokak Via Condotti. Prada’dan Gucci’ye oradan YLV e. Atilla’ ya beni 2 dk bekle bir çanta alıp çıkayım dedim ama sadece hıhı evet demekle yetindi:) Ne yapalım başka bahara bu yazı da Lou Vitton suz gecirecegim:P Bu yolun bitimi ana cadde Via del Corso’ya çıkıyor ve ustunde muhteşem bir sandwiççi var, hızlıca bir şeyler atıştırıp yola devam etmek için birebir. Ismi Barette, benim yediğim fesleğenli, salamlı ve labneli sandwich superdi ama ne yalan soyleyeyim limonata diye bir şey bilmiyorlar, limonu sıkıp getirmişti cocuk.
Biraz soluklanıp Trevi çeşmesine devam ediyoruz. Yine bir turist akını, inanamıyorum gerçekten bir foto çekmek bu kadar mı zor olur..Trevi çeşmesi de görkemiyle Neptüne’e ve çeşmeye ismini veren Trivia isimli genç kıza ev sahipliği yapıyor. Trivia’nın susamış Roma askerlerine şehrin 22 km ötesindeki kaynağı ilk gösteren genç kız olduğu biliniyor.
Trevi çemesindeki kalabalığı da geçtikten sonra güzel bir yeme yemek için heyecanlıyız. Roma’ya gelirken uçakta tanıştığım Alexandra’nın önerdiği Pantheon’a çok yakın Maccheroni restorana(Piazza delle Coppelle, 44) gidiyoruz. Burası hayatımda yediğim en güzel makarnayı yapıyor. Açık bir mutfakları var ve ev yapımı makarna ve pizza nın nasıl özenle hazırlandığını en ince ayrıntısına kadar görüyorsunuz. Atilla Gnocchi isimlii bir makarna tipini tercih ediyor ve Italya gezisi boyunca favorimiz oluyor. Bu tip makarna hamuru ile patatesin karışımından yapılan toplar. Hazırlanan sos eritilmiş gorgonzola peyniriydi ve muhteşem bir lezzeti vardı.(Istanbul’a da getirdik Gnocchi’den ama ne yalan söyleyeyim aynı lezzeti alamadık:(
Bu güzel yemekte sonra da Campo de Fiori’ye gezmeye gidiyoruz. Campo de Fiori de etrafında barların ve cafelerin olduğu hareketli bir meydan. Roma’da eğlenmek isteyenler için bence güzel bir ortam ama bizim gibi gezmekten bitmiş gezginler için soğuk bir şeyler içip otele dönmek en iyisi:)) E ne de olsa ertesi gün Vatikan bizi bekler..
Vatikan ve Antik Merkez
Ve sabahın erken saatinde kalkıp Vatkanı gezmeye gidiyoruz. Vatikan dünya Katolikliğinin başkenti ve dünyanın en küçük devleti. İçerideki en önemli yapılan San Pietro bazilikası ve içerisinde Rafaello odaları ile Sistana Şapeli’ni barındıran Vatikan müzeleri.
Uzun bir kuyruk San Peitro bazilikası giriş için bizi bekliyor ve bugun pazar olduğu için de şansımıza Papa saat 12:00 de çıkıp bir konuşma yapacak ve halkı kutsayacak. Bazilikaya giriş kuyruğunu güneşin altında bekledikten sonra bazilikaya girmeme izin vermiyorla çünkü eteğim kısaymış ve dizlerimden yukarısın gözükmemesi gerekiyormuş:( Buraya gidecekler için en öneli uyarı, kutsal bir mekana girdiğiniz için omuzlar ve göğüs açıkta olmamalı ve dizlerden yukarısı da tamamen kapalı olmalı. Uzun bir short ve tshirt okeydir) Gezdiğimiz kitabın da hatası, ufak bir uyarı koyması gerekirdi bence. Her neyse ben giremiyorum ama Atilla 15-20 dk içerisinde gezerek fotolar ile beni aydınlatıyor. San Pietro haliyle Katoliklerin en kutsal tapınağı ve dünyanın dört bir yanından gelen Hıristiyan hacıları ve turistleri ağırlıyor. Kilisede Michelengelo’nun tavan süslemeleri ve heykel çalışmaları bulunuyor.
Kilise gezisinden sonra saat 12:00 ye yaklaşıyor ve ciddi bir kalabalık Papa’nın çıkması için meydanda toplanıyor. Insanların elinde bayraklar dünyanın dört bir yanından gelen kalabalık konuşma için sabırsızlanıyor. Saat 12 olduğunda Papa ufak bir camdan beliriyor ve konuşmasına başlıyor. Insanlar bir anda öyle bir sevgi gösterisinde bulunuyor ki şaşırıyorum. Turkiye’ de böyle bir manzara ile karsilaşsak ne kadar eleştirel bakariz, burada o kadar özümsenmiş bir hava var ki bir an ikilemde kaliyorum…
Eee Papa’yi da gördük daha ne olsun diyerek sanatın kalbinin attığı Vatikan müzesine doğru yol alıyoruz.
Vatikan müzesi Raffaello odaları ve Sistina Şapeli’nin bulunduğu dünyanın sayılı sanat merkezlerinden. İçerisinde Mısır ve Asur Sanatı’ndan 19.yy sanatına kadar farklı koleksiyonlar bulunuyor. Koleksiyonun en görkemli bölümü Sistina Şapeli. Da Vinci Şifre’sini okuyanlar çok iyi bilir. Şapelin tavanındaki muhteşem freskler Michalengelo tarafından 16.yy’ın başında Papa için özel bir iskele üzerinde çalışılarak tamamlanmış. İncil’in bölümlerini betimleyen bu tavandaki en önemli eserler arasında Adem’in Yaratılışı ve İlk Günah geliyor. Şapele girdiğinizde herkesi sessiz bir şekilde tavanı izlerken buluyorsunuz, resim veya kamera görüntüsü almak yasak. Ama Atilla Türk’ün kıvrak zekâsını kullanarak kucağına koyduğu makina ile şaheserler çıkarıyor:)
İlk Günah
Sistina Şapeli’nin solgun olan renklerinin restorasyon sonucu çok parlak bir görünüme kavuştuğu söyleniyor. Hatta o kadar parlak ki bazı sanat camialarında “Benetton Michelangelo’su” diye alay ediliyormuş. Dedikodusu benden yorumlaması sizden:P
Sistina Şapeli’nin büyüsünü geride bırakırken Avrupa’nın Rönesans döneminde nasıl bir noktaya geldiğini görüyorsunuz. Bizde ise o dönemde resim çizmenin günah olduğunu hatırlatmaya gerek yok her halde…
Sıra geliyor meşhur Raffaello odalarına. Bu odalar ise Papanın özel daireleri ve 16.yy’ın başında Raffaello bu 4 odanın dekorasyonu için görevlendiriliyor. Odaların her birinin tavanları, duvarları Raffaello’nun eserleri ile dolu. Çalışmalar döneme damgasını vuran savaşları, zaferleri veya ritüelleri betimliyor. Bu proje Raffaelllo’yu çok büyük bir üne kavuştursa da ne yazık ki 16 yıl süren bu dekorasyon çalışmasının sonuna gelmeden ölüyor.
Vatikan’a veda etmenin zamanı geldi. Sanatla dinin buluştuğu nokta burası. Kesinlikle görülmeye değer…
Vee geliyor sıra antik merkezi gezmeye. Vatikan’dan çıkıp Colosseum’a doğru yol alıyoruz. Bu amfiteatri Italya’nın sembolü. İçini gezmesek de dışarıdan görüntüsü yeterince anlatıyor haşmetini. Colosseum ölümcül gladyatör savaşları ve vahşi hayvan dövüşlerinin yapıldığı yapı . İçerisinde yaşananları düşündükçe vahşet insanların tüylerini ürpertiyor… Önünde bir foto çekilmeden Italya’dan ayrılırsan olmaz ama:)
Antik merkezi turlamaya devam ediyoruz ve geliyoruz antik kent Palatine’a.İçine girmiyoruz ama burası eski imparatorların ve aristokratların yaşadığı en eski Roma kenti.
Eee artık açlık yavaştan bastırmaya başladı ve tüm gün Baffetto’da pizza yemenin hayaliyle yaşadık. Baffetto’da kendimizi ödüllendirmeden önce odamızda biraz dinleniyoruz ve Piazza Navona çevresini gezmeye koyuluyoruz. Burası bana Barcelona ve Madrid’in meydanlarını hatırlatıyor. Piazza Navona yani Navona Meydanı 3 büyük barok çesmesi etrafına kurulmuş ve çevresindeki kafeler ile şehrin sosyal kalbi olarak tanımlanıyor. Çeşmelerin etrafında karikatür, portre, pastoral çalışmalar yapan bir çok sanatçı bulunuyor. Bir yandan çeşmelerin serinliğini hissedip bir yandan da onları izliyoruz.
Eee artık açlık başımıza vurmadan yemeğe gitmenin zamanı geldi. Baffetto Roma’nın en ünlü pizzacısı olarak biliniyor. Bana hem uçakta tanıştığım Alexanadra çok övmüştü hem de gezi kitabımız övgüyle anlatıyordu. Pizza’nın memleketine gelmişken bir heves adrese doğu ilerliyoruz. Burası ufacık bir yer, çok yerel bir restoran belli ki. Dışarıda bir müddet sıra bekledikten sonra köhne masamıza geçiyoruz. Garson dövercesine siparişlerimizi alıyor ve ne yazık ki bizi onlarca dakika bekletiyor. Bu kadar övmeseler kalkıp gidersiniz eminim. Baffetto’nun spesiyalini deniyoruz en nihayetinde. Güzel bir pizza ama abartıldığı kadar değil diyeceğim, eminim Roma’da daha iyi hizmet veren ve en az burası kadar leziz pizzaları olan bir çok yer vardır.
Tavsiyem başka yerleri deneyin:(
Roma’ya veda etmenin zamanı geldi bile… Elveda Roma diyouruz şimdilik ve ertesi sabah başlayacağımız Toskana gezimizin heyecanıyla son Limonchello’muzu yudumlayıp otelimizin yolunu tutuyoruz…