Toskana
Roma’dan sonra Toskana gezimize başlıyoruz. Roma’dan Chiusi’ye kısa bir tren yolculuğu ile Toskana’ya adım atıyoruz. Gezinin geri kalan kısmında bize eşlik edecek Fiat Punto’muzu ( ablamların Puntişi:) Europcar’dan alıp yola çıkıyoruz.
Otelimiz Siena’nın güney doğusunda Torrita di Siena diye bir köyde. Oteli Google’da “Boutique hotels in Toskana” diye ararken Tablethotels.com diye bir sitenin karşıma çıkması ile bulmuştum. Rezidanze del’ Arte ismi. Otel çok özel bana kalırsa çünkü her yeri sanatsal ayrıntılar ile bezenmiş. Otelin sahipleri Biagio ve Anna Izzo. Anna sadece kadın tabloları yapan bir ressam (Internet sitesi http://www.annaizzo.it)ve otelde bulunan 200 küsur çalışma ile her ayrıntıda bir kadın sizi karşılıyor. Ziyaretçilerle asıl ilgilenen ise eşi Biagio, inanılmaz sıcak bir insan, jeolog kendisi. Daha önce Türkiye’ye gelmiş ve anılarından bahsediyor kısaca. O kadar samimi bir insan ki eline haritayı alıp bize mutlaka gezmemiz gereken yerler ile ilgili minik bir plan yapıyor. Otel tripadvisor ve tablethotels tarafından bayağı yüksek rate edilmiş ve excellence plaketleri almış. Hem odalar hem de bir Toskana vadisine bakan bahçesi çok keyifli, otelden hiç ayrılmak istemiyoruz ama Toskana yolları bizi bekler…
Toskana küçük kasaba ve köylerin olduğu, muhteşem bir doğa ve leziz yemekler sunan eşsiz bir bölge. Aynı zamanda Floransa, Siena ve Pisa gibi kısmen büyük şehirler de bu bölgede yer alıyor. Bölgenin en öne çıkan ve bizim de gezdiğimiz kasabalar/kentler Montepulciano, Pienza, Montalcino, Cortona, Arezzo, Montalcino, San Gimignano ki zaten geriye 4-5 tane daha kasaba kalıyor o kadar. Tüm kasabalar birbirine o kadar benziyor ki kendinizi Ortaçağdan kalma bir filmin karesinde gibi hissediyorsunuz. Her kasabanın ortasında bir Duomo (kilise) ve bir piezza (meydan) karşılıyor. Daracık sokaklar, üstünden rengarenk begonviller sarkan taş evler, minik cafeler.. Her biri için o kadar çok ayrıntı var ki yazacak ama en sevdiğimiz 3 tane kent/ kasabadan bahsedeceğim kısaca: San Gimignano, Montepulciano ve Pienza.
San Gimignano, inanılmaz şirin bir kent. 13 tane kule yükseliyor şehrin siluetinde. Zengin sanat yapıtları, farklı zanaatların sergilendiği güzel mağazalar ve restoranlar ile bezenmiş sokaklar. Meydanda muhteşem bir dondurmacı var; sanırım hayatımda yediğim en güzel dondurmaydı. İsmi Gelateria (Home made -Best Ice Cream in the World). Sokaklarda gezerken yerel üretim olan şarap ve peynir satıcılarına rastlıyorsunuz; çok leziz her şey ama turistik olması sebebiyle fiyatlar biraz yüksek.
San Gimignano ‘dan ilginç kareler:)) Bu çıplak amcamızın heykeli her yerde biz çözemedik ne olduğunu…
Montepulciano da San Gimignano’ya çok benziyor aslında. Burası biraz daha küçük ve daracık sokaklarda farklı farklı el sanatlarının satıldığı mağazalarla dolu. Hem ufak sanat galerileri, hem antikacılar, butik terziler… Ebru ile süslediği defter ve eşarpları satan bir mağaza bile var. Bu bölge şarapçılık ile ünlü, kasabada yaklaşık 15-20 tane şarap üreticisi eski aile var ve bağlarına gidip tadım yapabiliyor ve satın alabiliyorsunuz. Burası Toskana’nın en ünlü şaraplarının üreticisi olan Vino Nobile bağlarının bulunduğu bölge. Yani şarap ekmek su gibi, zaten masaya oturduğunuzda yarım litre, 1 litre ne kadar isterseniz ev yapımı şarap getiriyorlar. Bölge çok zengin ve sokaklar çok bakımlı; bu arada şunu söylemeden geçemeyeceğim ki hep yan masalarımızda oturanların yaş ortalaması 65-70. Yani emekli olmuş Avrupalılarla beraber geziyor ve Toskana bölgesi yaş ortalamasını biraz düşürüyoruz
Pienza ise yine San Gimignano ve Montepulciano ile benzer bir havada ama çok daha ufak ve samimi bir köy. Burayı bana en çok sevdiren rengarenk çiçeklerle süslü evler oldu. Yine minik butikler ve turistik hediyelik eşya satan mağazalar bulunuyor. Kısa bir yürüyüş ve tatlı bir cafede oturup soğuk bir şeyler içmek için birebir…
Otelden ayrılmadan önceki akşam ise akşam yemeği için Biagio’nun önerdiği otelimize çok yakın Montefollonico isimli küçük bir köye gidiyoruz. Vadilerin arasından, buğday ve üzüm bağlarının arasından dolanarak köye çıkıyoruz. Biagio’nun önerdiği restoranın ismi “ Ristorante 13 Gobbi” ama hiç yer yok ne yazık i; rezervasyon ile çalışıyormuş. O kadar açız ki hemen yakının da “La Macine” isimli başka bir restorana atıyoruz kendimizi. Şu anda yazarken bile orada olmak istedim çünkü tarif edemeyeceğim lezzette bir steak yiyoruz, yanında parmesanlı roka salatası ve yine bölgeye özgü Chianti kırmızı şarap. Steakin ismi bistecca diye geçiyor (sanırım İtalyanca steak demek), gerçekten eğer bir gün tekrar Toscana’yı gezmeye gidersek mutlaka buraya uğrarız.
Siena:
Otelimizden ayrılıp Toskana’nın geri kalan kısımlarını keşfe başlıyoruz. Hedef Siena. Italya öncesi arkadaşlarla konuştuğumda Siena’yı çok övmüşlerdi ama ne yalan söyleyeyim pek beklediğim gibi bir hava ile karşılaşmadım. Şehir Piazza del Campo (meydan) ve Palazzo Pubblico (Belediye binası) etrafına yelpaze gibi dizilmiş. Bu meydan Avrupa’nın en büyük meydanlarından biri ve yılda iki kez Palio isimli eyersiz at binme yarışı yapılıyor. Biz oradayken de 2 Temmuz’da yapılacak palio için meydan kumla kaplanmıştı bile. Palio binlerce insanın izlemek için meydana doluştuğu Toscana’nın en ünlü festivali. Her yarış 90sn sürüyor ve kazanan ipek bir flama (palio) ile ödüllendiriliyor. Kazananların kutlamaları da haftalarca sürüyor.
Meydanın etrafını gezmeye başlayınca çok görkemli bir Duomo karşılıyor bizi, burası Italya’nın en büyük katedrallerinden biri. 1300’lü yıllarda çıkan veba salgını ile şehir nüfusu yarıya iniyor ve katedralin bir kısmının yapımı yarım kalıyor. Eğer bitirilebilmiş olsaydı şu anda Hıristiyan dünyasının en büyük kilisesi olacakmış. Duomo’ nun içini gezmiyoruz ama meraklılar için Michelangelo ve Donatello’nun heykelcilik alanında önemli yapıtları bulunuyor.
Pisa:
Toskana’ya gelip Pisa’ya gitmeyeni ve bu fotoğrafı çektirmeyeni dövüyorlarmış. Eee yapmasak olmazdı. Bu arada kule (Torre Pendente) gerçekten çok yamukmuş ben bu kadar beklemiyordum. Son dönemde teknolojinin nimetleri ile kulenin eğimi 38cm azaltılmış ve 2001 yılında güvenli bir şekilde tekrar ziyarete açılmış.
Floransa:
Vee Toscana bölgesinin başkentindeyiz.
Floransa’ya muhteşem bir hoş geldin diyen otel sahibimizin hikâyesini anlatmayalım. Tam sopalık bir çocuk… Kaldığımız otel eski şehrin tam göbeğinde Bed&Breakfast tarzı bir apartment. Şehre inişimiz saat 19:00 civarında ve otelin ne telefonu cevap veriyor ne de zili açılıyor. Şansıma apartmandan çıkan bir kızı yakalıyorum ve otelin sahibini soruyorum. Kız da şans eseri onu 5 dk önce gördüğü sokaktaki bara götürüyor beni. Çocuk gayet rahat bir şekilde elinde mojitosu ile geç kaldığmızı ve saat 18:00’den sonra mesaisinin bittiğini söylüyor. Bir de arabayı girilmez yere park etmiş miyiz, €300 cezası var diye korkutuyor bizi. Hic bir uyarı sitesinde yazmıyordu bu arada. Her neyse çocukla yaşadığımız saçma bir tartışmadan sonra odaya yerleşiyoruz. İsmini de vereyim ki sakın gitmeyin: Locanda dei Ciompi, açık büfe kahvaltı var derken sadece 1 adet tatlı kruvasan verdiğini öğreniyoruz. Neyse bu hikâye ile başlayan Floransa daha güzel anılarla devam ediyor…
Floransa bence şehir olarak çok güzel bir şehir değil çünkü şehirde pis bir hava var. Hem binalar çok koyu renkli ve kirli hem de sokaklar çok kötü tuvalet kokuyor. Belki de Toscana’nın çiçek gibi kasabalarından sonra bize mi böyle geldi bilmiyorum. Bu arada eski şehrin bulunduğu San Marco, Duomo ve Piazza della Rupiblico çevresinden bahsediyorum. Şehirde çok fazla motorsiklet kullanımı var; hem park yerleri hem de sokaklar motorlar ile dolu. Araba kullanan insan neredeyse 2.sınıf vatandaş muamelesi gerekiyor, yolda öncelik hep bisiklet ve motorsikletlilerin( Tam Atillalık:)
Bunun yanı sıra Ponte Vecchio’nun güney tarafı olan Oltarno bölgesi çevresi çok daha keyifli. Ama tabii ki sanatın, Rönenans’ın kalbi. Floransa’ya iner inmez Uffizi sanat galerisine gitmek gerekiyor ki şehre hayran bir başlangıç yapasınız. Burası Italya’nın en büyük sanat galerisi ve içeride paha biçilmez resimlerden oluşan bir koleksiyon var. Rönesans döneminin en önemli sanatçılarından Boticelli, Michelangelo,Raffaello ve Leonardo de Vinci ‘nin eserleri mevcut. Galerideki eserlerin çok büyük bir kısmı Italya’nın en köklü ailelerinden Medici ailesinin koleksiyonu. Mutlaka görülmesi gereken iki tablo ise Boticelli’nin “Venüs’ün Doğuşu” ve “La Primavera (İlk Bahar)” tablolarıdır.
Uffizzi’den çıkınca açlıkla savaşırken sevimli küçük bir yer buluyoruz. İsmi Coquinaros,Lezettli makarnaları ve salataları var. İsteyenler minik ekmeklerin uzerine hazırlanmış kanepe tabağı veya tost bile söyleyebilir. Şaraplarının da çok güzel olduğunu söylüyor Italya kitabımız ama bu sıcakta Limonsoda ile ferahlamayı tercih ediyoruz.
Floransa’nın en sevdiğimiz kısmı ise Michelangelo tepesinde gün batımını izlemek oldu. Burası Arno (şehri ikiye bölen nehir)’nun güney tarafında kalan Boboli bahçelerinin yanı. Uzun bir yokuştan ve merdivenlerden yukarıya doğru çıkıyorsunuz ve tüm şehrin ihtişamı karşınızda. Şehrin kalbinde yükselen Duomo ve portakal renkli kubbesi göze çarpıyor önce. Floransa’nın sembolü olan Duomo Avrupa’nın en büyük dördüncü kilisesi. Tepeden göze çarpan ikinci görkemli yapı ise Palazzio Vecchio. Burasi Uffizzi galerisinin hemen yanı; eski saray hala belediye binası olarak kullanılıyor. Saray Piazza Della Signoria isimli meydana bakıyor ve meydanda şehrin önemli olaylarını hatırlatmak için dikilmiş farklı farklı heykeller bulunuyor. Bunlardan en önemlisi Michelangelo’nun ünlü heykeli Davut. Zulüm karşısında kazanılan zaferin simgesi olan ve Michelangelo’ya 29 yaşında dönemin en iyi heykeltıraşı unvanını kazandıran bu heykelin kopyası meydanda yükseliyor; orijinali ise Galleria dell’ Academia’da.
Michelangelo tepesinden şehri izlemeye devam ederken, ortadan geçen nehrin şehrin havasını ne kadar değiştirdiğini düşünüyoruz. Ponte Vecchio nehrinin iki yakasını bir bine bağlayan en önemli köprü, bu köprünün yapısı gerçekten çok ilginç üstüne inşa edilmiş evler bulunuyor. Köprü üstü ise ufak bir Kapalıçarşı resmen, yan yana bir sürü kuyumcu yer alıyor.
Köprüden geçip Oltarno bölgesine geçtiğinizde ise daha sakin ve ferah sokaklarla karşılaşıyorsunuz; nehrin kenarında kısa bir yürüyüş keyfinden sonra bizim yaptığımız gibi Michelangelo tepesinden gün batımını izlemenin zamanı.
Çok keyifli bir akşamı daha Floransa’da bırakıyoruz.. Şimdilik tatlı bir elveda:))
Şehirden bazı komik manzaraları da unutmayalım:))